Oğuz Gül
Dedemin yaptığı ve yaşadığı evden.
“Onu disiplinli oluşuyla hatırlıyorum
Ve prensipleriyle anıyorum onu”
Hem öksüz, hem yetim bir Lozan mübadili olarak Kepir Ana’nın oğluydu, Kepirtepe’ye adını veren toprak gibi sert mizaçlı dedem Mehmet Aygün. Okul numarası 1, diploma numarası 1. Bitirme ders yılı ve mesleği: 1942-1943 Dülger.
1937 yılı; 14 yaşında iken dedesi Asım, tutmuş elinden götürmüş Edirne Karaağaç’taki askeriyeden kalma bir binada açılmış olan “Köy Öğretmen Okulu ve Eğitmen Kursu”na. O dönemi pek anlatmadı bizlere, Sadece Karaağaç Tren Garı’ndan Edirne’ye tren işlediğini, bazen parasızlıktan binemeyip yürüdüklerini söylerdi. Edirne İstasyonu da Meriç Köprüsü girişi karakol binası karşısındaki tarihi çeşmenin arkasında gidiş-gelişli olan Karaağaç yolunun tam ortasındaki binadır ki son yıllarda eğlence mekânı olarak kullanıldığını her gördüğümde üzüntümden kahrolurum.
Şimdi tarihinden emin olamadığım, paylaştığı bir diğer ilginç anı ise İkinci Dünya Savaşı sürecinde Yunanistan’ı işgal eden Alman birliklerine ait motosikletli askerlerin Karaağaç’tan girerek Edirne’ye gidip geldiklerini görmesidir.
EN SEVDİĞİ ÖĞRETMEN
Kepirtepe’de eğitim görürken öğretmeni olan “Madaralı” diye bir isimden de bahsederdi, 74-89 yılları arası adına “Madaralı Roman Ödülü” düzenlenen Türkçe öğretmenleri Fikret Madaralı, en sevdiği öğretmeniymiş ki o yüzdendi demek Türkçeye hâkimiyeti ve hitabet yeteneği. Tonguç’un ismini de zikrettiği anlar olmuştu ara ara, ha bir de arkadaşım “Başaran” derdi, şair ve yazar Mehmet Başaran,
gözleri gururla parlardı “Başaran arkadaşından” bahsederken…
Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nden de bahsetti ancak inşasına gitmelerini değil de, mezun olduktan sonra yüksek eğitime devam için gittiğini ve maalesef parasızlıktan okuyamayıp geri döndüğünü anlatırdı aklına düştükçe.
Çok konuşmazdı bizimle, gülümsediğini de nadir hatırlıyorum. Ama bilirdik çok severdi bizi. Annem de derdi, onlar da hiç görmemişler sevgisini gösterdiğini. Acılar çekilen bir çocukluk, yoklukla geçen gençlik, hayat kavgasında dudağının kanını emerek geçinmeye çalışan idealist bir öğretmenlik hayatı, onu böyle kaskatı yapmıştı demek, tıpkı “Kepir Ana”sının toprağı gibi…
ÇOK OKURDU
Hep sertlik, hep bir ciddiyet; korkardık da, çocuğuz işte. Ama korkudan değil, bilgeliğindendi ona olan saygımız. Okurdu, çok okurdu. Vitrin diye tabir edilen, hani o büyük üç parçalı dolapların her gözü kitap doluydu, kimileri de ciltli hangi hapishanede ciltlettirdiğini hiç öğrenemediğim. Ne güzel kokardı o kitaplar, benim oyuncaklarım da oyunlarım da o kitaplar olmuştu, tabii yakılanlardan geriye kalan zamanının yasaklı (!) kitapları…
Kepirtepe’yi bitirdiklerinde zorunlu atama veya kuradan önce görev almak istedikleri yerler sorulmuş kendilerine, o da haliyle kendi köyünü, Karahalil’i istemiş ilk görev yeri olarak, hani aylık 20 liraya 20 yıl zorunlu hizmete… O da birçok dönem arkadaşı gibi zorluklar çekmiş. Okul dediği ahırdan bozma dört duvar, film değil ki bu çatısı olmayan her yer okul olsun… Komünist diye ihbar edilmeler, gözleri bağlı gözaltılar, hatta mahkemeler, ev baskınları, saklanan kitaplar, saklanamayıp el koyulanlar, yakılanlar…
Sadece Kepirtepe değil, tüm Köy Enstitüleri’nin amaç, süreç ve sonuçlarını araştırmaya başladığımda bu konu adeta bir antik şehir gibi oldu benim için, nereyi kazsam bambaşka bir hazine. Ve bu konuda okudukça, onu ve hayatını daha iyi anlamaya başladım. Şimdi dönüp baktığımda, gençliğimde yanımda olan yakın Türkiye tarihinin ta kendisiymiş meğerse.
Banka memuru bir anne ve babanın oğulları, ben ve kardeşim, doksanlı yılların başında sömestr ve yaz tatillerimizi dedemin bahçeli evinde geçirirdik. Yapımında bizzat emeği olan, kendi elleriyle diktiği ve yetiştirdiği, neredeyse her türden meyve ağaçlarıyla bezeli evinin bahçesinde Kepirtepe’den öğrendiklerini sürdürürken tanıdım onu ilk kez…
Ocak ayının ayazına eşlik eden aydınlık bir gündü, her sabah olduğu gibi erkenden uyanmış, kahvaltı hazırlanana kadar höpürdeterek ve camdan dışarısını izleyerek limonlu çayını içmiş, bahçeye inerek bir şeylerle oyalanıyordu. Kömürlük diye tabir ettiğimiz yerde alet-edevatı vardı. Eski usul rende, el matkabı, yontu, su terazisi vs. Ve kendi elleriyle yaptığı kümeste tavuklar ve bir parça toprağı çiçekleri ve sebzeleri kendi elleriyle ektiği… Kahvaltısını yaptıktan sonra bahçesine iner, bir şeyler yapar ve bir şeyler yaparken de ıslıkla onuncu yıl marşını çalardı.
“KEPİR’DE HER ŞEYİ ÖĞRETTİLER”
Ya mezuniyet mesleği olan marangozlukla ilgili işler, ya bahçe belleme-ekme işleri,
ya duvar-beton işleri yahut da tamirat-tadilat. Hiç boş kaldığını, boş oturduğunu görmezdim. Evindeki komodini, gardırobu hatta evin kapı ve pencere doğramalarını bile kendisinin yaptığını söylemişti, çok şaşırmıştım. İlk o zamanlar duydum; “Kepir’de bize her şeyi öğrettiler.” Neydi bu Kepir? Neresiydi Kepirtepe? Çocuk aklımla tek anladığım emekli bir öğretmen olan dedemin mezun olduğu bir öğretmen okulu oluşuydu. Meğer ne büyük bir değermiş, ben büyüdükçe enstitüler daha da büyüdü içimde.
Çocukluk oyun demekti, hele ki bahçeli bir ev olunca, koşturmacalar, bisikletler, toprakla, çamurla oyunlar, tahta parçalarından bir şeyler yapmak… Dedemin bana ilk yaptığı tahta kayığı ve su giderine koyup da suyun gücünü öğrettiği, tenekeden kesip bükerek yaptığı su değirmeni çarkı… “Dört tekerlekli” diye tabir edilen denge tekerlekli bisikletten normal iki tekere onun öğretmesiyle geçtim. Erken yatıp erken kalkmayı, öğlen uykusunu, okumanın yani eğitimin hayati önemini, kitap okumanın bir boş zaman faaliyeti değil de hayatın bir parçası olduğunu hep o öğretti. Ve yaşadığı civarda kendisine dişli bir rakip bulamayışından yakınacak kadar iyi bildiği satrancı da bana o öğretti.
Bahçe işlerini öğlene doğru bitirerek öğle yemeğini yer ve ardından öğle uykusuna yatardı. İkindi vakti uyanır; düzenli olarak her gün sakal tıraşını olup takım elbisesini giyer ve kasabadaki şehir kulübüne giderdi. Akşam da hava kararmadan eve döner, yemek öncesi haberleri izler, yemeğini yer ve yatardı. Bu düzeni yıllarca yaz-kış hiç değişmedi. Öğlen sulu yemek türlerini tercih eder, akşamları meyve, kuruyemiş, peynir ve iki kadehine eşlik ederdi, asla ağır yemekler yemezdi.
Hastalanana değin mevsimine göre içkisini hep içti. Yazın akşamüstü bahçede soğuk birasını, kışın rakısını ya da şarabını… Bazı geceler akşam yemeği sonrası salonu bizlere bırakır, mutfağa geçer orada karanlıkta tek başına otururdu. Ne düşünür, ne hissederdi ki orada tek başına? Bu nasıl bir yalnızlıktı ki bir ömür böylesine esir almıştı onu? Hiçbir zaman bilemeyeceğimiz bu sırrı giderken götürdü.
2002’de önce eşini kaybetti, 2007 yılında da iki oğlunu, hem de ikişer ay ara ile ve sonra da kendi gitti o yıl. Son günlerinde okuduğu yarım kalan son kitabı Şu Çılgın Türkler olan dedemin gitmesine saatler kala son sözü de “Atatürk’ü zehirlerdiler” oldu.
Dayanamadı daha fazla, bu topraklarda adeta tanrının laneti olmuş olan kanser illetine. Kim bilir; belki de her türlü yoksulluğa ve yokluğa karşı direnerek bir ömür savaş vermiş o çelik iradesi, yalnızlık denilen karanlığa daha fazla dayanamamıştı. O çok anlatmadı, biz çok sormadık. İnsan sevdiklerini hiç ölmeyecekmiş gibi görüyor, öylesine geçiriyor günlerini. Oysa ölüm denilen şey fiziki ayrılıktır; ölmemek, anılarda yaşayıp eser bırakabilmek demektir. Bundandır fiziki ölümlerin arkasından kahrolup ağlamak, pişman olmak…
Geveze susuşlarını ömrümce özleyeceğim “Kahraman”ımızın anısına, en derin saygılarımla…
Bu yazı, Kepirtepe Bülteni’nin 20. sayısında yayımlamıştır.